En öndeki sanki arkasından biri kovalıyormuş gibi hızlı adımlarla yürüyordu. Arkasından gideni bir hayli geride bırakmıştı. Kendi kendime:
“Bu adam hayatta mutlaka başarılı olur.” diye düşündüm.
Onun arkasından giden, sakin adımlarla ilerliyordu.
“Belki bu adam da hayatta bir şeyler başarabilir.” diye mırıldandım.
En arkadan giden ise sanki nereye gideceğini bilmiyormuş gibi sallana sallana ve etrafı seyrederek yürüyordu.
Onun içinse: “İşte!” dedim, “Hayatta hiçbir işe yaramayacak bir serseri!”
Derken aklıma bir şey geldi. Ben bu adamların her üçünün de gerisindeydim!
Evet, başkalarının hâli ile uğraşan kendi hâlini göremez. Başkalarının kusurunu araştırmak, insanı kendi kusurlarını görmekten alıkoyan çok çirkin bir hastalıktır.
2) Bir bilgeye sormuşlar:
"Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?"
"Terzimi severim" diye cevap vermiş.
Soruyu soranlar şaşırmışlar :
"Aman üstad, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor? O da nereden çıktı? Neden terzi?"
Bilge, bu soruya da şöyle cevap vermiş :
"Evet dostlarım, ben terzimi severim. Çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır.
Ama ötekiler öyle değildir. Bir kez benim hakkımda karar verirler, ölünceye kadar da, beni hep aynı gözle görürler."
3) San Francisco Körfezi’ndeki bir okulda, okul müdürü üç öğretmeni çağırıp şöyle demiş:
“Siz üç öğretmen, sistemde en iyi ve en uzman kişiler olduğunuz için, doksan tane seçkin üstün zekalı öğrenciyi size vereceğiz. Bu öğrencilerin gelecek yıl da hızlarını korumalarını sağlamanızı ve çok şey öğrenmelerini bekliyoruz.”
Üç öğretmen, öğrenciler ve öğrencilerin anne ve babası bunun çok iyi bir fikir olduğunu düşünmüşler.
O okul dönemi, hepsinin özellikle hoşuna gitmişti.
Okul bittiği zaman öğrenciler bütün San Francisco Körfezi’ndeki diğer öğrencilere göre yüzde 20–30 daha başarılıydı.
Yıl sonu geldiğinde müdür, üç öğretmeni çağırıp onlara:
“Bir itirafta bulunmak istiyorum. En zeki öğrencilerin 90’ı sizde değildi. Onlar ortalamanın biraz üstünde öğrencilerdi. 90 öğrenciyi sistemden tesadüfen seçtik.”
Öğretmenler, doğal olarak öğrencilerde görülen başarının kendi istisnai öğretme becerilerine bağlanması gerektiği sonucuna vardı.
“Bir itirafım daha var.” dedi müdür:
“Siz de en parlak öğretmenler değilsiniz. İsimlerinizi bir şapkanın içine doldurduğum kâğıtların arasından rastgele seçtim.
SİZ, İNANDIĞINIZ İÇİN BAŞARILI OLDUNUZ...”
İstemek, başarıya giden yolda ilk adımı atmanızı sağlar. İnanmak ve çalışmak ise bu yolu tamamlamanızı...
4) Çölde yaşayan zengin ve muktedir bir kabile reisinin dillere destan, eşi benzeri az bulunur bir atı varmış.
Günün birinde kabile reisi, bu pek sevgili atına atlayarak tek başına çöle gezmeye çıkmış. Hayli zaman at koşturduktan sonra dönmek üzere iken uzaklarda bir kımıltı dikkatini çekmiş:
Bir insan, yerde yatıyor. Belli ki çok hasta veya ölmek üzere, yardıma muhtaç.
Hemen oraya yaklaşıp atından inerek yerdeki adama yardıma gitmiş. Hala nefes aldığını görünce sevinip atının terkisinden su kırbası almak üzere iken, yerdeki mecalsiz ve hasta adamı, o herkesten kıskandığı değerli atın üzerinde görünce şaşırıvermiş.
Adam atı topuklayıp erişilemeyecek kadar uzaklaştıktan sonra dönüp, alay edercesine bakmış atın sahibine...
Fakat bir gariplik var; atın sahibi ardından koşarak bağırıp çağırmıyor; sadece durduğu yerde ağlıyor.
- Ne oldu, diye seslenmiş hırsız, 'Zoruna gitti de ondan ağlıyorsun değil mi? Sen ki bu atı kendi gözünden, evladından bile kıskanırdın ama bak, aklım ve çevikliğim sayesinde şimdi benim oldu atın; ne kadar ağlasan yeridir!'
Atın sahibi gözyaşlarını silmiş; demiş ki, 'Hayır ey hırsız, atımı çok severdim, doğrudur; senin onu benden çalman elbette gücüme gitti, fakat onun için ağlamıyorum.'
- Yaaa, niçin ağlıyorsun öyleyse, kadınlar gibi?
- Şunun için: Bu haber yarın etrafta duyulduğunda, senin nasıl bir hile ile atımı elimden kapıp çaldığın dilden dile gezdiğinde; bundan sonra çölde hiç kimse, ölmek üzere olan gerçek bir ihtiyaç sahibine bir damla su vermeye çekinecektir. Üzüntüm ondan!
5) Şiva ve Şakti, Hinduizm'in kutsal çifti, gökyüzündeki yüksek katlarında oturup, bir yandan yeryüzünü seyrediyorlar, bir yandan da insan yaşamını tehdit eden unsurları, insan davranışlarındaki karmaşayı, insan olmanın acılarla dolu bedeline hüzünleniyorlarmış.
Birden Şakti, ara sokakların birinde ayakta bile zorla duran perişan yoksulu farketmiş..
Kalbi merhametle burkulmuş. Yaşamak için verdiği savaş, dürüst ve iyi bir insan olması onu etkilemiş olmalı ki, kutsal kocasına, bu zavallıya biraz altın vermesi için yalvarmış.
Şiva adamı bir an gözlemiş, sonra sevgili karısına dönerek,
"Yapamam" demiş..
Şakti şaşırmış.
"Ne demek?" diye isyan etmiş kocasına..
"Sen bu evrenin sahibi, en yüce tanrısı değil misin? Bu kadar basit bir şeyi nasıl yapamazsın?"
"Bunu ona veremem çünkü henüz almaya hazır değil" demiş, Şiva..
Şakti çıkışmış,
"Yani, yolunun üzerine bir kese altın bırakamayacağını mı söylüyorsun?"
"Tabii, bırakabilirim" demiş, Şiva.. "Ama bu başka bir şey.."
"Lütfen.." diye yalvarmış, Şakti.. "Lütfen.."
Ve Şiva bir kese dolusu altını yoksul adamın yolunun üzerine bırakmış..
Zavallı yoksula gelince, o akşam iki lokma bir şey bulup yiyip yiyemeyeceğini, yoksa yine aç mı uyuyacağını düşünerek yoluna devam ediyormuş.. Köşeyi dönünce,
"Şuna bak" demiş, "koca bir taş parçası iyi ki, gördüm.. Çarpsaydım, partalı çıkmış sandaletlerim iyice elden çıkacaktı.."
Ve dikkatle altın dolu kesenin üzerinden atlayarak yoluna devam etmiş..
Yaşam yolumuzun üzerine yüzlerce torba dolusu altın bırakıyor..
Ya çok seyrek olarak bu torbalar olduğu gibi görünüyor ya da biz onların bilincine çok geç varıyoruz...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder